Cumhuriyetin ilk kurulduğu yıllarda okuma - yazma oranı % 5'in altındaydı ve toplam nüfusun % 80'den fazlası köylerde yaşamaktaydı.
Mevcut olan az sayıdaki geleneksel öğretmen okullarında yetişmiş olan öğretmenler için de köylerde öğretmenlik yapmak, günümüzde de olduğu gibi istenerek yapılan bir görevden ziyade bir zorunluluk olarak algılanıyor ve pek de verim alınamıyordu. Zorunluluk yerine özveriyle öğrenci yetiştirecek, köye göre öğretmen fikri ile büyük bir bölümü öğretmensiz olan Anadolu Köyleri'nin bu gerçeği de göz önüne alınarak, dönemin Cumhurbaşkanı İsmet İnönü'nün himayesinde, Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel tarafından, İsmail Hakkı Tonguç'un çabalarıyla köylerden ilkokul mezunu zeki çocukların bu okullarda yetiştirildikten sonra yeniden köylere giderek öğretmen olarak çalışmaları düşüncesiyle, tarım işlerine elverişli geniş arazisi bulunan köylerde veya onların hemen yakınlarında, şehirlerden uzak ancak tren yollarına yakın, yurdun tarıma elverişli değişik bölgelerinde, "köy ilkokullarına öğretmen yetiştirmek üzere", 1940 - 1946 yılları arasında toplam 18 Köy Enstitüsü kuruldu.
Bunlara 1939 yılında "köy ilkokullarına öğretmen" yetiştirilmek üzere açılmış olan; Eskişehir, Kastamonu ve Kırklareli'nde bulunan 3 okul da dahil edilerek Köy Enstitüsü sayısı toplamda 21 'e ulaştırıldı.
Yetiştirilen öğretmenler, köylülere hem örgün eğitim verecek, okuma - yazma ve temel bilgileri kazandıracak hem de modern ve ilmi tarım tekniklerini öğreteceklerdi. Öğretmenler, gittikleri bölgelerde bilinmeyen tarım türlerini de köylülere öğreteceklerdi. Açılan her Köy Enstitüsü'nde, kendisine ait tarlalar, bağlar, arı kovanları, besi hayvanları, atölyeler oluşturuldu. Bu okullarda sadece o ilin değil, oraya yakın tüm bölgenin zeki köylü çocukları eğitime alınıyordu. Derslerin yarısı temel örgün eğitim konularını, geri kalanı bölümü ise uygulamalı eğitimi içermekteydi.
Açılan Köy Enstitüleri;
* Akçadağ / Malatya (1940),
* Akpınar-Ladik / Samsun (1940),
* Aksu / Antalya (1940),
* Arifiye / Sakarya (1940),
* Beşikdüzü / Trabzon (1940),
* Cılavuz / Kars (1940),
* Çifteler / Eskişehir (1939),
* Dicle / Diyarbakır (1944),
* Düziçi / Adana (1940),
* ErciÅŸ / Van (1944),
* Gölköy / Kastamonu (1939),
* Gönen / Isparta (1940),
* HasanoÄŸlan / Ankara (1941),
* İvriz / Konya (1941),
* Kepirtepe / Kırklareli (1939),
* Kızılçullu / İzmir (1939),
* Ortaklar / Aydın (1944),
* Pamukpınar / Sivas (1941),
* Pazarören / Kayseri (1940),
* Pulur / Erzurum (1942),
* Savaştepe / Balıkesir (1940)
İşte bu enstitülerden bir tanesi de 1940 yılında kurulan Kayseri Pazarören Köy Enstitüsü idi. Buradaki öğrencilerin çoğunluğunu Kayseri ve Yozgat İlleri'ne bağlı köylerden gelen öğrenciler oluştururken, Nevşehir, Kırşehir, Niğde... vb. civar illerden gelen öğrenciler de vardı...
"HASTANE ÖNÜNDE İNCİR AĞACI" ismiyle bilinen türkü de Yozgat Akdağmadenli Nedret isimli, evlilik hayalleri kuran nişanlı bir öğrencinin, Pazarören Köy Enstitüsü'nde eğitim görürken yaşamını yitirmesi üzerine yakılmış bir ağıttır.
Nida Tüfeçi'nin kız kardeşi Aysel Sezer Tüfekçi ve eşi Naci Sezer'in anlatımlarına göre; bu türkünün öyküsü şöyledir;
Yozgat Akdağmadenli Naci Sezer'in, Pazarören Köy Enstitüsü'nde okuduğu yıllarda, aynı okulda, aynı zamanda hemşehrisi de olan ve kendisinden 2 yaş büyük olan "Nedret" isminde bir öğrenci arkadaşı daha okumaktadır.
Nedret, sarı saçlı - mavi gözlü çok güzel bir kız ile nişanlıdır ve arkadaşlarına okulunu biran evvel bitirip öğretmen olarak atandıktan sonra, çok sevdiği nişanlısı ile hemen yuvasını kurmayı hayal ettiğini anlatmaktadır.
Tesadüf bu ki; Nedret'in nişanlısı olan sarı saçlı - mavi gözlü o çok güzel kız, yıllar sonra Naci Sezer'in evleneceği Aysel Sezer Tüfekçi'nin de uzaktan akrabasıdır. (NOT : Aysel Sezer Tüfekçi, kızın adını önce hatırlayamadı, sonrasın hatırlasa da halen yaşadığı ve de başka birisiyle evli olduğu için ismini yazmamızı istemedi.)
Nedret isimli genç, Kayseri Pazarören Köy Enstitüsü'nde okurken, 1947 yılının çok çetin geçen kış aylarında üşütüp rahatsızlanır ve yarı ahşap yarı toprak olan enstitünün revirine yatırılır. Revirde yattığı sırada yangın çıkar. Nedret, hasta ve bitkin olduğu için hızla alev alan revirden dışarı kaçamaz. Arkadaşları ve öğretmenleri onu kurtarana kadar maalesef vücudunda çok ciddi yanıklar oluşmuştur. Bunun üzerine, okul arkadaşları ve öğretmenleri, aman vermeyen kar ve tipiye rağmen olağanüstü bir gayret ile çalışarak, küreklerle yolları açarak Nedret'i, Kayseri'deki bir hastaneye yetiştirmeyi başarırlar. Doktorlar vücudunun büyük bölümü ciddi şekilde yanmış olan bu genç adam için çok uğraşsalar da, Nedret birkaç gün içinde maalesef hayatını kaybeder.
Bu olay, hastanenin önünde iyi haber bekleyen arkadaşlarını ve öğretmenlerini derin bir üzüntüye boğar... Cenazeyi alarak enstitüye doğru yola çıkarlar... Yolculuk sırasında -Naci Sezer'in çok gayret etmesine rağmen ismini bir türlü hatırlayamadığı- Nedret'in sınıf arkadaşlarından bir Avşar genci tarafından, içli bir ağıt yakılır.
"HASTANE ÖNÜNDE İNCİR AĞACI,
DOKTOR BULAMADI BANA İLACI"
Nedret'in hemşehrisi olan ve 2 dönem alt sınıfta okuyan Naci Sezer, mezun olup, Akdağmadeni'nin köylerine öğretmen olarak atandıktan yıllar sonra, Nida Tüfekçi'nin kız kardeşi Aysel Hanım ile evlenir ve bu ağıtı da ona bir kıtasını havasıyla, iki kıtasını da güfte olarak nakleder. Çok güzel bir ses rengine sahip olan Aysel Hanım, bu türküyü yıllarca Yozgat Akdağmadeni'nde kına gecelerinde, eş dost toplantılarında söyler... Türkü yörede o kadar çok sevilir ki dilden dile aktarılarak yayılır. Elbette yöre insanının dilinde, ilk hali gibi kalmayıp, o yöreye ait bir söyleyiş biçimi ve tavır da kazanır.
Yozgat Akdağmadeni'nde çok sevilen ve söylene gelen "Nedret'in ağıtı", yörenin yetiştirdiği ünlü sanatçı Nida Tüfekçi tarafından, THM Repertuarı'na kazandırılırak tüm yurtta bilinen ve sevilen bir türkü halini alır.
Naci Sezer ve Aysel Sezer Tüfekçi'nin belirttiğine göre notasında yazılmayan üçüncü bir sözü daha vardır. Bu söz de şöyledir;
"HASTANE DİREĞİ ÇAMDIR DAYANMAZ
ARKADAÅžIM GAFLET BASTI UYANMAZ
BU BÜYÜK ACIYA CİĞER DAYANMAZ
GARİP KALDIM YÜREĞİME DERDOLDU
ELLERİN VATANI BANA YURDOLDU"